Bir Bulgaristan Göçmeni'nin gözünden: 21. yy Türkiye'deki değişim
1990 yılında, yurt dışından Türkiye'ye gelen birisi, anavatanında neler bulmayı bekliyordu, nelerle karşılaştı? Nasıl bir değişimi adım adım yaşadı?
Bulgaristan'da 1989 göçü öncesi yaşananlar
Son yıllarda, iyice köşeye sıkıştırılmıştık. Artık, gavur bizi anlamıyordu, gözümüzün yaşına bakmıyordu. İki önemli vasfımız, müslümanlığımız ve Türk'lüğümüz tehdit altındaydı. Camiler yasaklandı. Kuran okumak da. Erkeklerin sünnet olması yasaklandı. Kadınların başörtüsü de ... İslâmi tüm kurallar ve gelenekler yasaklanmıştı. Bazıları hedefte sadece dinin olduğunu sanmışlardı. Ne büyük bir yanılgıydı. Türkçe konuşmak da yasaklandı. Türkçe isim koymak... Türk şehir isimleri değiştirildi. Bırakın yeni doğanlara konan isimleri, yaşayan ve mezarda yatan atalarımızın isimleri bile değiştirildi. Ne büyük bir vizdansızlık, ne büyük bir tecavüzdü...
Neden bunları yaşıyorduk, neden birileri dur diyemiyordu? Bu kadar mı güçsüz, bu kadar mı arkasız kalmıştık? Ve ardından 89 göçü...
Türkiye'deki ilk yıllarım ve şaşkınlıklarım
Komunist bir ülkeden kapitalist bir ülkeye göç. Standart bir kaliteden, çok seviyeli kaliteye geçiş. Geldiğim yerde herkes aynı sucuğu, aynı kaşarı, aynı ekmeği yerdi. Anavatanımda ise, fakirin ve zenginin hakkının bambaşka olabileceğini gördüm. Fırsatçılığı, kıskançlığı gördüm. Kendisini yükseltmek için çalışmak yerine, başkalarını aşağı çekenleri gördüm. Alabildikleriyle hava satanları, gezdikleri yerlerle akrabalarına şov yapanları, komşularını ezmeye doyamayanları gördü bu gözler. Benim için ise, ne müslümanlıktı be...
Herhalde Bulgaristan'da acısını çektiğim için olacak, bazı şeylere daha da çok içerlemiştim. Kemal Sunal, Şener Şen, ... gibi reklamı çok yapılan kaliteli artistler gördüm. Filmlerinde dindarlar hep namussuz, şerefsizleri oynarlardı. Başka adam yokmuş gibi, hep kadın düşkünleri bunlardı. Tefecilik yaparlardı, faizin anasını ağlatırlardı. Dindar esnaflar pirince taş katar, terazinin dengesiyle oynarlardı. Biz de birşeyler biliyoz sanırdık. Ne saf, ne aptal insanlarmışız? Bu filmlere, bu öğretmenlere, bu gazetelerde yazanlara göre; yoksa gavur bizi yok etmekte haklı mıymış?
Devletim ve doymayan domuzlar
İleri demokrasinin ne demek olduğunu gördüm. 3-5 ayda bir tekrarlanan seçimleri gördüm. Yarım kalan nice projeler gördüm. Seçilen her yönetimden yeniden para alıp, projeleri tamamlamayan müteahhitler gördüm. Devlet para vermezse açılamayan hoteller gördüm. En azından; devlet para verir, onlar hoteli çalıştırır, hotel de kâr ederse, o zaman kârının vergisini vermeye razı olanları gördüm. Medyanın hükümet düşürmesini gördüm. Zenginlerin önünde hazırolda duran başbakanlar gördüm. O zamanlarda, en zengininden en fakirine, vergisini tam ödeyen bir insan var mıydı, bilemiyorum. Alkollü otobüs kullanmanın serbest olduğu bir ülke gördüm.
İleri serbest piyasayı da burada gördüm. Kurban kesiminde artan fiyatları gördüm. İhtiyaç olduğunda ne büyük fırsatçılıkların yapılabildiğini gördüm. Herhangi bir iş yaparken önce mesleğini soran, ardından ona göre fiyat biçen insanları gördüm. Aynı iş için birinden 10 para, diğerinden 50 parayı sıkılmadan alabilen insanları gördüm. Bir ay boyunca, hiç durmadan, her gün artan fiyatların olabileceğini gördüm. Turistin nasıl dolandırılabileceğini, nasıl günlük yaşanabileceğini gördüm.
Yıllar sonra artık eminim. Bu iki konuda ülkemizle dans edebilecek başka bir devlet yok ve asla olamaz da...
Siyaset ne durumdaydı?
Televizyonlarda gördüğüm dindarların durumunun gerçek hayatta da farklı olmadığını gördüm. Dindar bir parti oy alıyorsa, illa çeyrek altın dağıttığı için alıyor olmalıydı. Bunlar o kadar geri kafalı insalardı ki, bizim tüm kazanımlarımızı kesin kaybettireceklerdi. Bunların ülke için faydalı birşey yapabilmeleri mümkün değildi. En azından medya, aydınlar, yazarlar böyle diyordu...
Ben ise iki sınıf insan gördüm: ilki kendisini batıcı ve laik olarak adlandırıyordu. Hedefi ülkesini ve halkını batılılaştırmaktı. Halkını, gericilik olarak gördüğü dindarlıktan kurtarmak istiyordu. Piyano çalan, bale, vals yapan, bilimle uğraşan dindarlıktan uzak bir nesil yetiştirmek istiyordu. Bu şekilde ülkesinin insanları için birçok hayalleri vardı. Ancak, diğer ülkelere karşı herhangi bir planı yoktu. Nasıl olabilirdi ki? Onların, geri kafalı gericilerden oluşan bir yükleri vardı. Batılı medeniyler, bu geri kafalılardan oluşan yükten çok önceleri kurtulmuşlardı. Onlar başarılıydı, onlar ileriydi, bizler en az 30 yıl gerideydik. Yabancılarla herhangi bir konuyu tartışmaya gerek bile duymazlardı. İyisi mi yabancılardan hiçbir şey istememekti, böylece herhangi bir problem de çıkamazdı...
İkinci grup kendisini dindar ya da muhafazakar olarak tanımlıyordu. Bu grubun aydınlarının İslam ve ülke üzerinde büyük hayalleri vardı. Atalarının kültürünü Batı'dan aşağı görmüyorlardı. Hatta Batı'nın bir yalan ve sömürü dünyası olduğunu, sadece lafta bir medeniyet olduklarını söylüyorlardı. Onların arkasında kuyruk olmaktansa, İslam dünyasında lider olmayı istiyorlardı. Bosna konusunda, Azerbaycan konusunda, Libya-Fas-Mısır, Afrika ülkeleri, Avrupa'daki müslümanlar konusunda hayalleri ve söyleyecekleri vardı. Askeri teknolojilerde geri kalmalarına rağmen, batıyı nasıl geçebileceklerinin hayallerini kuruyorlardı. Teknolojide hangi devrimleri yapacaklarını, nasıl motor üreteceklerini, füzeleri nasıl durduracaklarının hayallerini az duymadım. İlk gruptan farklı olarak, diğer grubun da onlar için bir yük oluşturacağını göz önünde bulundurmamaları belki de en büyük eksiklikleriydi.
Aydınların düşünceleri ne denli farklı olursa olsun, halk büyük bir özgüven bunalımı içerisindeydi. 90'lı yıllarda gördüğüm dindarlar ezilmişti, zaten pek bir beklentileri yoktu. Kara propagandanın nedefi olmamaları onlar için yeterliydi. Bu kesim, bu haliyle ülkenin hayalsizliğini görüyor ve birşeyler başarabileceğinden ümitli değildi. Diğerleri yönetirken, bizim Bosna'da ne işimiz olacaktı? Bulgaristan'daki müslümanların durumu bizi niye ilgilendirirdi ki? Batıcı grupla konuştuğumda ise, bizde bu kadar geri kafalı, eğitimsiz, cahil var. Bizim hayal kurmamıza hiç gerek yok. Bunları yok etmedikçe, bunlardan kurtulmadıkça bizim uzaya çıkmamız mümkün değil diyorlardı. Bir şekilde her iki grup da gençlerin özgüvenli yetişmelerini önleyecek bir dünya bakışı oluşturmuş durumdaydılar. Gençler biz yapamayız, bizim neyimize, biz kimiz ki, ... bakış açılarıyla büyüyor ve beni anlamıyorlardı. Benim için ne büyük bir hüzün olduğunu anlatamam.
Herkes hayal ettiklerinin bir kısmını yapabilecek...
Her iki grupla ilgili neleri eleştirebilirim?
Türkiye'deki ilk grubun, batıcı kesimin, yeni devletimizle birlikte bazı kazanımları olduğu ortada. Bu kazanımların önemli bir kısmını zorla ve şiddet kullanarak kazandıklarını görmek de pek zor değil. Doğal olarak, kazandıklarını kaybetmek istemiyorlar. Bugün demokrasi ve insan hakları, tartışma ve hoşgörü istiyorlar. Bir şekilde tüm kurumlar ellerinde kalsın, siyaset kurumu olarak herşeyi tartışalım, hiç olmadı muhalif fikirler anayasa mahkemesinden dönsün istiyorlar. Tüm kurumlar karşı grubun elindeyken gerektiği kadar şiddet, kendi elindeyken ise medeniyet. Çok ilginç bir yaklaşım...
İkinci grup ise, bulunduğu yer ve konuma bakmaksızın bir cihan devletinin mirasçısı gibi davranıyor. Somali, Nijerya, Katar, İsrail, ... gibi birçok konuda yeri ve zamanı mı sorusunun cevabı yer yer havada kalıyor. Kararları gizli ve tek başına almayı seviyor. Tartışmayı pek sevmiyor. Belki düşmanların bu konuda bilgi sahibi olmasını istemiyor. Fatih Sultan Mehmet gibi hedeflerini kendi sakalından bile gizlemeyi tercih ediyor. Bunlar bugünün Türkiye'sine ne kadar yakışır ya da ne kadar gerekli, tartışılabilecek konular. Zaten en çok eleştirilen konular da bu ikisi: gücünden fazlasıyla ve diğer görüşlerle danışmadan hareket etmek. Diğer taraftan, elinde kendi görüşünde yetişmiş yeterince aydın da yok, bunun eksikliğini de fazlasıyla yaşıyorlar. Ancak bu konuda şöyle bir not düşmekte fayda var. Zaman, dindar aydın yetiştirme konusunda oldukça hızlı ilerliyor. Siyaset kurumu, halkın limitlerini fazlasıyla zorluyor. Finlandiyalı bir gencinin 100 yıllık bir tarih birikimi okuyarak elde edebileceklerini, sadece 3-5 yıl içerisinde kendi gençlerine yaşayarak öğretebilen bir zamanı şaşkınlıkla izliyorum.
Dindar kesim elinde olanlarla kıyaslandığında, çok fazla deneme yapıyor, çok yanılıyor ama çok ta öğreniyor. İstedikleri ve sınırları zorladıkları için de bazı konularda, önemli ve faydalı sonuçlar elde edebiliyorlar. Ne de olsa ağlamayan çocuğa meme yok...
21. yüzyılın başında Bulgaristan'daki değişim
Elbette, kendi topraklarını, kendi komşu ve akrabalarını unutmayan insanlarız. Bir kere bizim olanı, kolay kolay geri vermeye de pek razı değiliz. 2-3 yılda bir olsa bile doğduğumuz yerleri, geride bırakmaya zorlandığımız coğrafyayı ziyaret eder, yaşlıların elini öpmesini biliriz.
20. yüzyılın sonlarından itibaren, Bulgaristan, Rusya'dan uzaklaşıp, Avrupa Birliği'nin arkasına takıldı. Komunist rejimden vazgeçti, kapitalist ve liberal bir sisteme göz kırpmaya başladı. Oysa halk çok tecrübesizdi, çok saftı, elbette bu geçişte çok kişinin canı yanacaktı.
Beni ilk şaşırtan insanlardaki değişim oldu. Bulgaristan'dan Türkiye'ye geldiğimde insanların nasıl buduysam, aynısının daha fazlasını Bulgaristan'a geri döndüğümde buldum. İnsanlar bir anda bencilleşmişti. Fırsatçılar zengin olmuş, ahlaklı ve eşitlikten yana olanlar ezilmişti. Gözü açıklar, başkalarının topraklarını ele geçirdiler. Hak, hukuk, adalet, denge bir anda çöp olmuştu. Biri para düşürdüğünde teslim edene salak gibi bakılıyordu. Dedeler torunlarına, babalar çocuklarına, kullan oğlum, ye oğlum, fırsatın varsa çal oğlum şeklinde tavsiyelerde bulunuyorlardı. Devlet için çalışmaya alışmış insanların başkası için çalışmaya alışamadıklarını gördüm. Malıyla, zenginliğiyle şov yapanları gördüm. Başkalarının hakkına el koyup, yüzlerine gülebilen insanları gördüm. Gördüm de gördüm...
Vay anasını, olacak iş değil, anladım ki sorun İslam'da değilmiş. Sorun yönetim sisteminin zorladığı insan psikolojisiymiş.
Değinmek istediğim bir diğer konu ise: Bulgaristan'da bu sorunlarıın çözülmesi Türkiye'deki kadar uzun sürmedi. Baskın devlet, koruma odaklı sistem, insana acımayan sert kurallarla hızlı bir dönüşüm geçirdi. Kısa sürede yeni sisteme uyum sağlandı, kanun boşlukları dolduruldu. Artık başkasının hakkına el uzatırken birkaç kez düşünmeye başlamanız gerekiyor. Çünkü, orasının devleti Türk devleti gibi affedici değil. Sıkıyorsa elektrik hattına bir kablo at, sıkıyorsa kanuna karşı gel. Bilmiyordum, affedin, o gün tersimden kalkmıştım, vs. gibi laflarla kendinize acındırmanız mümkün değil. Devletin affetmemesi sonucunda, halkın olaylar karşısındaki davranışının nasıl şekillendiğini, kurallara uyan, devletten korkan bir toplumun nasıl oluşturulduğunu bizzat gördüm.
21. yüzyılın başında Türkiye'deki değişim
Yıllarca ezilen müslümanlar sonunda ülkenin yönetimini ele geçiriyorlar. Demokrasi, insan hakları, eşitlik, adalet konularında salvolar savuranların; gerçekte ne denli demokrat olduklarını görme fırsatı da yakaladım. Aynı batı kültürünün ufak bir kopyası değil mi? Dindarlar, ülkemizdeki Kürt kardeşlerimiz Kürtçe konuşabilir dediklerinde, batıcıların Cumhuriyet mitingleri yapıp ülke bölünüyor çığırtkanlıkları yaptıklarını gördüm. Seçimle deviremedikleri dindarları, arka bahçeleri olarak gördükleri asker postallarını hatırlatarak korkutmaya çalıştıklarını gördüm. Eşi kapalı olan biri cumhurbaşkanı olamaz heyezanlarını dinledim. Adaletin terazisini nasıl hunharca kullandıklarını izledim. Başörtülülere her yolu kapadıklarını, dindarları eğitim ve iş hayatından nasıl uzaklaştırdıklarını gördüm.
Dindarlar sorunları çözmeye çalıştıkça, batıcıların nasıl sorunlar çıkarttıklarını gördüm. Dindarlar etki alanımızı arrtırmaya başladıklarında, orada ne işimiz var, bizi ilgilendirmez dediklerini gördüm. Dindarlar yabancılara karşı ülkesini yükseltmeye çalıştığında, batıcıların sürekli şikayet ettiklerini ve yardım için yabancılara koştuklarını gördüm. Hatta bende şöyle bir algı oluşuyor: "Bu halkı size benzetmek için çok uğraştım, şimdi elimden kaybediyorum. Gelin yardım edin, yoksa birlikte kaybediyoruz." demeye çalışıyorlar. Hayatımda ilk defa, siyaset alanında, kendini yükseltmek için uğraşmak yerine başkasını düşürmek için uğraşan siyasetçileri gördüm. Ben daha az oy alayım sorun değil, benim daha az milletvekilim olsun, ama HDP de meclise girsin, böylece dindarlar daha az milletvekili çıkartabilsin şeklinde bir uğraştı bu. Ülkem için ne büyük bir fedakarlık ama...
Tarih tekerrürden ibarettir. Üzülerek söylemem gerekiyor ama benim ülkemde yaşayan ve benim ülkem adına seçilmiş ve yenemedikleri bir kişiyi diktatörlükle suçladıklarını da gördüm. Elin Avrupa'lısı, benim atalarıma küfreden bu karikatürleri kendileri mi hayal ediyorlar sanıyorsunuz? Zerre kadar alakası yok. Ey milletim, bunlar senin pişkin batıcılarının bir başarısı. Eğer onlar böyle bir suçlamayla çıkmasalar, elin çocuğu hiç bunu kullanabilir mi? Bu ülkede, demokrasiyi kendilerinin kurduklarını söyleyenlerin birazcık demokrasiye inançları olsa, "hayır bu ülkede diktatör yok ve olamaz" derlerdi. Eninde sonunda seçimle yenilecek savını en önce bunlar söylemeliydiler. Bu millet kimlerin ellerine kalmış, of anam offf...